İSMAİLAĞA CEMAATİ
Tasavvuf literatüründe hem dini ve Tasavvufi, hem de dünyevi ilme sahip olan büyüklere "zü'l-cenaheyn" yani çift kanatlı" deniyor. Halidi kolunun büyüklerini farklı kılan en temel özellik de bu yönleri. Halid el Bağdadi'den bugüne kadar irşad makamında oturan Halidi büyüklerin neredeyse tamamı "zü'l-cenaheyn." Bu yüzden Mahmud Hocaefendinin irşad faaliyetleri kadar eğitim ve telif çalışmalarının da dikkate alınması gerekiyor. Telif çalışmalarının büyük bölümünü kendisi yapan Ustaosmanoğlu'nun ismiyle çıkan bazı çalışmaları ise öğencileri tarafından dersler, vaazlar, sohbetler sırasında alınan notlarla hazırlanıyor.

30 CİLTLİK TEFSİR


Hocaefendi'nin en hacimli eseri, Ruhu'l-Furkan adlı henüz tamamlanmayan tefsir. Ruhu'l-Furkan, fıkhi meseleleri barındırması yönüyle "ahkam tefsiri" özelliğini de taşıyor. Tefsirde ayetlerin kelime anlamları veriliyor ve sonra mealleri, ardından da tefsirleri yapılıyor. Ruhu'l-Furkan'da fıkıh, kelam, Tasavvuf gibi temel İslâmi disiplinlerle alakalı meselelerin tahlil edilmesi, Hocaefendi'nin derinliğini göstermesi açısından ayrıca önemli. Halen yazımı devam eden tefsirin 11. cildi basıldı. Son ciltte En'am Suresi'nin tefsir edildiği dikkate alındığında eserin 30 cildi aşacağı tahmin ediliyor.


HER SOHBETİ KİTAP GİBİ


Hocaefendinin diğer önemli eseri ise Risale-i Kudsiyye Şerh ve Tercümesi. Risale-i Kudsiyye, İsmet Efendi Tekkesi'nin kurucusu Mustafa İsmet Efendi tarafından kaleme alınan manzum bir eser. Eserde Nakşibendiyye-Halidiyye kolunun ders usulleri, prensip ve kaideleri anlatılırken İslam Akaidi ile alakalı temel meseleler işleniyor. Sufi bir cemaatin bilmesi gereken konuları hikmetli bir dille anlatan eser, İsmet Efendi'den sonra gelen tekkenin irşad büyükleri tarafından müracaat kaynağı olarak görüldü. Mahmud Hocaefendi, her sohbetinde Risale-i Kudsiyye'den bir dörtlük okuyup şerh ediyordu. Öğrencileri O'nun bu açıklamalarını yazıya aktarıp 2 cilt halinde Risale-i Kudsiyye Şerh ve Tercümesi başlığıyla yayınladı. Haliddiyye koluyla ilgili temel meselelerin ayrıntılı bir şekilde işlendiği bu eser, öğrenciler için de başvuru kaynağı oldu.


ARTIK VAAZ VERMİYOR


Hocaefendi İmam-Hatip olarak görev yaptığı İsmailağa Camii başta olmak üzere birçok camide vaaz ediyordu. Pazar günleri sabah namazından sonra Sultan Selim Camii'nde yaptığı sohbetler ise irşad tarihinde ayrı bir yere sahip. Sohbetler, sabah namazından sonra olmasına rağmen cami erken saatlerde dolar vaazı çevredeki camilerden dinlenirdi.

Misafir hocaefendilerin okuduğu aşırların tefsir edildiği sohbetler işrak vaktine kadar devam ederdi. Bu sohbetlerde öğrencilerin aldığı notlar da 1995 yılından itibaren Sohbetler ismiyle kitaplaştırılmaya başlandı. Ortaya oldukça hacimli 4 ciltlik bir eser çıkarken 1998 yılında sona eren sohbetler Hocaefendi'nin rahatsızlığından dolayı bir daha başlayamadı.

Konuların vaaz üslubunda ve sade bir dille işlendiği "Sohbetler" kitabı İslami disiplinlerin kompozisyonundan ibaret. Mahmud Ustaosmanoğlu Hocaefendi'nin başta İmam Rabbani'nin Mektubat'ı olmak üzere bir çok eserle ilgili yaptığı açıklayıcı sohbetler ve derslerinde tutulan notlardan oluşan bir çok kitabı da bulunuyor.






Dilencinin hor görülmesine izin vermedi


Tasavvuf büyüklerinin hayat dilleri, konuşma dillerinden daha etkili oluyor. Mahmud Hocaefendi'nin hayatında da Tasavvuf büyüklerinin geleneksel yaşantısını bütün güzellikleriyle görmek mümkün. İstanbul'un en ücra köşelerindeki ihtiyacı olan insanların İsmailağa Camii'ne gelmesi, caminin kapısını adeta sadaka taşına dönüştürüyor. Hocaefendi'nin, "Sizden sadaka isteyen kişi, atın üzerinde dahi olsa yine ona sadaka veriniz" buyruğunu sürekli hatırlatması cemaatin hayır duygularını diri tutuyor. Bir sohbetinde cami kapısında bekleyen dilencilere nasıl davranılması gerektiğini anlatırken, cemaatten birisi kalkıp "Efendim! Onlar burayı istismar ediyor. Mehmet Ağa Camii'ne kadar açık geliyor, orada tesettüre bürünüyorlar. Bunlara bu halde sadaka verilir mi?" diye sorduğunda, Hocaefendi kızdığını belli eder bir ses tonuyla "Onların da sizin de sahibiniz Cenab-ı Hakk'tır. Mevla Teala o halde onlara müsaade ediyor, rızık veriyor da siz ne hakla onlara engel oluyorsunuz. Yanlış bir durum varsa o kolluk kuvvetlerinin işidir. Onlara havale edin. Kardeşlerim! Bizim dilenciye karışma yetkimiz yok. Onu azarlayamayız" cevabını vermişti.


SULUKULE'Yİ İRFANA AÇTI


Hocaefendi'nin sadaka konusunda ki hassasiyetinden haberdar olan muhtaçlar camiye giriş-çıkış saatlerini iyi bilir, güzergahında sağlı sollu beklerlerdi. Mahmut Hocaefendi'nin dilencilerin onurunu koruyan bu duruşu, Sulukule gibi vukuatın bol olduğu semtlerin kapısını da ilim ve irfana açtı. Mahmud Hocaefendi'nin bir zamanlar vaaz verdiği Edirnekapı Mihrimah Sultan Camiî Sulukule'de ikamet eden vatandaşlar tarafından dolduruluyordu.






Mektubat okutmak ilim ister


Bayram Ali Öztürk "muhakkik, muttaki, mücahit" bir ilim adamıydı. Hem İlahiyat Fakültesi'ni bitirmiş, hem de devrin önemli ilim adamlarından dersler almıştı. Mahmud Hocaefendi, Sadreddin Yüksel ve Mehmet Savaş gibi ileri gelen alimlerin ders halkalarında bulundu. Fatih ve İsmailağa Camilerinde tahsil ettiği ilmi, onu genç yaşta hoca kürsüsüne oturttu. Mahmut Hocaefendi öğrencileri arasında O'na ayrı bir alaka gösterdiği için "Mektubat"ı okuyup, şerhetme görevini Ona vermişti. Bayram Ali Öztürk, İmam-ı Rabbani'nden bahsederken "Sultan" kelimesini kullanırdı. Mektubat derslerinde zamanla o derece uzmanlaştı ki bir çok hocanın okumaya dahi cesaret edemediği mektupları şerhediyordu.





Ustaosmanoğlu nasıl bir insan?


Evinde ağırladığı misafirlerin sofrasını kendisi kuruyor, musafaha yaptığı kişiler ellerini çekinceye kadar o da elini çekmiyor. Şahsına karşı bir tavır söz konusu olduğunda kesinlikle karşılık vermiyor, sevenlerini de sükunetlerini muhafaza etmeleri için ikaz ediyor. Her yaştan insanın eğitim görmesini istiyor ve 60 yaşlarına gelen kişilere dahi okumayı tavsiye ediyor. Büyük alimlerden Abdulhalik Gücdüvani'nin şu vasiyyetine bağlı kalınmasını istiyor: "Fıkıh ve hadis ilmini öğren, cahil sûfilerden uzak dur, malın fıkıh kitapları olsun. Birisi medh ettiği zaman gururlanma, kınayınca da üzülme. İnsanlardan dünyevi bir şey isteme, affedici, lutfedici ehli ol. ALLAH Teala'nın sana verdiklerini sen de halka dağıt." Helal-haram konusunda Ali Haydar Efendi'nin şu sözünü sık sık tekrarlıyor: "İnsanoğlu helal ile haramı ağzıyla ayırt edemez. İnsan için helalinden pişirmiş olduğu tavuğun tadı ile çalınmış tavuğun tadı aynıdır. Haram ile helal arasını ancak fıkıh ayırır. Medya kuruluşlarını takip etmiyor, fakat öğrencileri düzenli olarak günlük haberleri kendisine aktarıyor. Dünya haberleri konusunda en çok Çeçenistan başta olmak üzere muzdarip Müslüman ülkelerle ilgili gelişmeleri soruyor.

İSMAİLAĞA CEMAATİ

Çarşamba'da seher vaktinde dua ile başlayan hayat, sabah namazıyla güne açılıyor. Güneşin doğuşu seccadenin üzerinde seyrediliyor. Bu sürede belli dualardan oluşan tesbihat yapıldıktan sonra "işrak namazı" kılınıyor. Namazın ardından dağılan cemaat "kuşluk vakti" camiyi yeniden hareketlendiri-yor. Sarıklar sarılıyor ve "kuşluk namazı" kılınıyor ancak cemaat, nafile namazlarını daha çok ev ya da işyerlerinde kılmayı tercih ediyor. Öğle ve ikindi namazlarını cemaatle eda etmek isteyen çevre sakinleri yine camiyi dolduruyor. Farz na-mazların edasından sonra işlerine dağılan cemaat, akşam namazı için tekrar saf tutuluyor. Akşam namazının sünnetinden sonra kılınması güzel kabul edilen 6 rekatlık "evvabin namazını" kılanların sayısının diğer camilere göre oldukça fazla olması gözlerden kaçmıyor. Akşamdan sonra cemaatin bir kısmının camide kalıp, bir köşeye çekildiğine şahit olunuyor. Bu; insanların kendileriyle baş başa kaldığı, günün muhasebesini yaptıkları özel anlardan biri.

RAMAZAN AYI HİÇ BİTMİYOR


Nafile oruç tutulması tavsiye edilen Perşembe ve Pazartesi günleri akşam namazından sonra bu muhasebeye katılanların sayısında azalma göze çarpıyor. Bir çoğumuzun yalnızca Ramazan ayında yaşadığı ya da şahit olduğu iftara misafir davet etme geleneğine, İsmailağa'da her Pazartesi ve Perşembe günleri sıkça rastlanıyor. Yatsı namazı vakti yaklaştıkça evlerde abdest ile başlayan hazırlıklar, biraz sonra sokaklara yeniden hareket getiriyor. Cemaatin gözleri ve sözleri, İsmailağa Camii'nde "huşu" ve "huzur"un en çok bu vakitte yaşandığını hissettiriyor. Mahmud Ustaosmanoğlu Hocaefendi'nin yatsı namazı sonrasında ayakta kalmayı tavsiye etmemesi nedeniyle, cemaat camiden ayrılıp, evlerinde istirahata çekiliyor. Hocaefendi, Sohbetler kitabında bu tavsiyesinin gerekçesini şöyle izah ediyor: "Ashab-ı Kiram'dan (R.A) bazıları yatsı namazını kılıp evlerine giderken sokakta dış elbiselerini çözmeye başlarlardı. Neden böyle yaparlardı? Çünkü gece "teheccüt namazına" kalkabilmeleri için hemen yatmaları gerekirdi."


NAFİLELER İHMAL EDİLMİYOR


Hocaefendi, öğrencilerine teheccüt yani gece namazı sonrası sabah namazına kadar seccadenin üzerinde beklenilmesini tavsiye ediyor. Sünnetten beslenen nafile namazlar konusundaki hassasiyet, esasında sadece İsmailağa Camii ve cemaatine özgü değil. 1927 yılında Konya'dan Of'a gönderilen bir asker mektubunda Konya camile-rine dair şöyle bir kayıt bulunduğu biliniyor: "Kuşluk vaktinde bütün camiler nafile namaz kılmak isteyen insanlar tarafından tıklım tıklım dolduruluyor." Nafile na-mazlara gösterilen hassasiyet yalnızca İsmailağa Camii ve cemaatine özgü değil. Konya gibi İstanbul ve Anadolu'daki bir çok camide de nafile namaz vakitlerinde hareketlilik yaşanıyor. İsmailağa'da namaz vaktinde her şey duruyor ve bütün kapılar camiye açılıyor. Manzara adeta Üstad Necip Fazıl Kısakürek'in şu dizesini açıklıyor: "Dünyaya kapalı ALLAH'a açık."





Hızır Hoca'nın gül sevgisi


1998 yılında 55 yaşında iken görev yaptığı Çukurbostan Camii'nde şehit edilen Hızır Ali Muradoğlu da, İsmailağa'da yaşanan huzura adeta aynalık ediyordu. İstanbul'da üniversitede okurken Arapça dersi almak istediği Kocamustafa Paşa'daki Gül Camii'nin imamı Nuri Efendi vasıtasıyla Mahmud Hocaefendi ile tanışan Hızır Ali Hoca, daha sonra damadı olduğu Hocaefendi'nin peşini bir daha bırakmadı. Tüm vaktini İsmailağa'da geçiren ve kısa sürede ilim ve irfan yolunda olgunlaşan Muradoğlu, Hocaefendi'nin bulunmadığı zamanlarda onun yerine sohbet görevini yerine getirdi. Eğitim, ilim ve irfan çalışmaları yoğun bir şekilde devam ederken hanımı ağır bir rahatsızlığa yakalandı. Ömrünün sonuna kadar devam eden bu rahatsızlık hali süresince, evin bütün hizmetlerini de Hızır Hoca yerine getirdi. Muradoğlu, 1991 yılından itibaren görev yaptığı Çarşamba Çukurbostan Camii'ndeki imamlığı esnasındaki sempatik, güler yüzlü, şakacı ve etkileyici üslubuyla kısa zamanda çevresindekilerin hayranlığını kazandı. Hızır Ali Muradoğlu, üslubu ve anlattıklarıyla cemaatin hızla artmasına da sebep oldu.

GÜLÜN ÖNÜNDE EĞİLMELİ

Muradoğlu, cami bahçesini kendi diktiği güllerle süslemiş ve her gün bakımını da ihmal etmemişti. Bir gün yeğenlerinden birisi güllerden birini eliyle tutup kendine çekerek koklamak isteyince "Dur gül öyle koklanmaz" diyerek gülü iki avucunun içine alıp eğilerek koklamış, Peyfamber Efendimiz'i simgeleyen güle bile edeble yaklaşmıştı. Şaka ve latifeyi İslam'ın sevilmesi ve öğrenilmesi için ustalıkla kullanan Hızır Efendi etrafındakileri söz ve hareketleri ile sık sık güldürürdü.




Niteliğinin göstergesi: Ömer Nasuhi Bilmen


İsmailağa'nın sadece bir cemaat olmasının ötesinde sahip olduğu ilim ve irfan derinliğini anlamak için yakın tarihin önemli bilim adamlarından Ömer Nasuhi Bilmen önemli bir gösterge. Mahmud Hocaefendi'nin üstadı olan Ali Haydar Efendi'nin bir ara katipliğini yapan eski Diyanet İşleri Başkanı Bilmen 1950'lerden önce İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nin talebi üzerine 8 ciltlik "Hukuk-u İslâmiyye ve Islahat-ı Fıkhiyye Kâmûsu" hazırlamıştı. Ordinaryüs Prof. Sıddık Sami Onar ile Hukuk Fakültesi'nin Dekanı Prof. Hıfzı Veldet Velidedeoğlu bu kamusa birer önsöz yazmıştı. Sıddık Sami Onar önsözünde "Bu eser, gelecekte kanun hazırlayacaklar için fevkalade mühim bir kaynaktır" derken, Prof. Velidedeoğlu ise "Böyle bir hukukçu bugüne kadar gelmedi" ifadesini kullanmıştı.




Ortak eğitim için ağ oluşturulacak


Bildiride sıralanan diğer başlıklar ise şöyle: Ortak eğitim politikası için Türkiye'nin öncülüğünde ve desteğinde bir ağ ve bilgi bankası oluşturulmalı, Kültürel mirasın envanteri çıkartılmalı. Gençler için ortak mücadele yolları aranmalı. Bildirgede ayrıca Avrasya Tahkim Divanı Örgütü kurulması, Türk Dünyası Belediyeler Birliği'nin daha aktif hale getirilmesi, Türk devlet ve toplulukları tarafından belirlenecek bilim adamlarınca oluşturulmuş bir komisyonun isimlendireceği bilim ödülü ihdas edilmesi ülkeler arasında kültür sanat faaliyetlerinin geliştirilmesi ve karşılıklı kültürel değişim programlarının hayata geçirilmesi alınan kararların hayata geçirilmesi için kurumsal takip mekanizması kurulmasına karar verildiği de ifade edildi.




Yahya Kemal'in penceresinden İsmailağa


Çarşamba sokaklarında bir namaz vakti, seller gibi İsmailağa'ya akan insanlar arasına karışıp camide saf olduysanız, ruhunuz sizi sürekli zorlayacak ve "hadi bir daha, bir daha İsmailağa'da namaz kılalım" diyecektir. Siz unutsanız bile ruhunuz bu şehrayini unutamayacaktır. Yıllar sonra olsa bile ayaklarınız sizi alıp eski İstanbul camilerindeki bu muhteşem manzaranın bir parçası olmaya götürecektir. Bugün zamanın camiden ve gelenekten kopardığı hatta karşıt bir düşünceyle yetiştirdiği nesillerin ızdırabına çaresiz bir halde tanıklık ederken Yahya Kemal'in şu hatırasını düşünür bir anlık da olsa yüreğime su serperim: "... Bugünkü babalar, havası ve toprağı Müslümanlık rüyası ile dolu semtlerde doğdular, doğarken kulaklarına ezan okundu, evlerinin odalarında namaza durmuş ihtiyar nineler gördüler, mübarek günlerin akşamları bir minderin köşesinden okunan Kur'an sesini işittiler; bir raf üzerinde duran Kitabullah'ı indirdiler, küçük elleriyle açtılar gül yağı gibi bir ruh olan sarı sahifelerini kokladılar. İlk ders olarak besmeleyi öğrendiler; kandil günlerinin kandilleri yanarken, Ramazanların Bayramların topları atılırken sevindiler. Bayram namazlarına babalarının yanında gittiler, camiler içinde şafak sökerken Tekbir'leri dinlediler dinin böyle bir merhalesinden geçtiler, hayata girdiler." "... Medenileşen üst tabakanın çocukları ezansız yeni semtlerde alafranga terbiye ile yetişirken Türk çocuğunun en güzel rüyasını göremiyorlar."

"... Dört sene evvel Büyükada'da oturuyordum, bayramda bayram namazına gitmeye niyetlendim, fakat Frenk hayatının gecesinde sabah namazına kalkılır mı? Sabah erken uyanamamak korkusu ile o gece hiç uyumadım. Vakit gelince abdest aldım, Büyükada'nın mahalle içindeki sakit yollarından kendi başıma camiye doğru gittim. Vaiz kürsüde vaaz ediyordu... İçim hüzünle dolu yavaş yavaş gittim. Vaazı diz çöküp dinleyen iki hamalın arasına oturdum. Müslüman kardeşlerim, bütün cemaatın arasında yalnız benim vucudumu hissediyorlardı. Ben de onların bu nazarlarını hissedi-yordum." "... Biz ki minareler ve ağaçlar arasında ezan seslerini işiterek büyüdük. O mübarek muhitten çok sonra ayrıldık, biz böyle bir sabah namazında anne millete tekrar dönebiliriz. Fakat minaresiz ve ezansız semtlerde doğan, Frenk terbiyesiyle yetişen Türk çocukları dönecekleri yeri hatırlayama-yacaklar." Bu günün aydını belki babalarının kollarında gittikleri camilerde ak sarıklarıyla saf tutan müminlerin aralarında bayram namazları kılmış olacak kadar yaşlı değillerdir. Fakat bir çoğunun babası Fatih'te, Süleymaniye'de ak sarıklı İstanbullular arasında namaz kılmış, onlarla aynı mahalleri hatta evleri paylaşmışlardır. Belki de bir çoğunun dedesi sünnet diye sarık sarmıştır. Çok değil 80 yıl öncesinin İstanbul manza-ralarını hatırlayabilenler ya da babalarının, ak sakallı dedelerinin kollarında camilere gidişini tasavvur edebilenler İsmailağa'yı anlamakta güçlük çekmeyeceklerdir. İşte o zaman görecekler ki İsmailağa; Cumhuriyet döneminin en büyük fakihi Ömer Nasuhi Bilmen gibi bir alimin bir ara katipliğini yaptığı dersiam (Ordinaryüs Profesör) Ali Haydar Efendi ile milletin köklerine bağlı bir irfan ocağıdır. Mahmut Efendi kökleri Osmanlı'ya oradan da saadet asrına uzanan bu ilim-irfan yolunun son temsilcisidir.

İSMAİLAĞA CEMAATİ

Mahmud Ustaosmanoğlu Hocaefendi'nin üstadı olan Ali Haydar Efendi'nin ömrünün son on yılında en fazla düşündüğü mesele, İsmet Efendi Tekkesi'nin geleceği olduğu sevenleri tarafından dillendiriliyor. Yine Ali Haydar Efendi, derin düşüncelere daldığı bir gün rüyasında şeyhi Ali Rıza Bezzaz Efendi'yi görmüştü. Rivayetlere göre, Ali Rıza Bezzaz Efendi, kendisine o ana kadar hiç görmediği ve tanımadığı bir genci göstererek "Bu bizimdir! Bunu teslim al!" dedi. O genç, Mahmud Ustaosmanoğlu Hocaefendi'den başkası değildi. Ali Haydar Efendi bunun üzerine hasta olmasına rağmen Bandırma'ya gitti ve Ali Rıza Bezzaz Efendi'nin kabrini ziyaret etti. Cuma namazını Haydar Çavuş Camii'nde kıldı. Bu cami, İsmet Efendi Tekkesi'nin geleceğinin de şekillendiği mekan oldu. Çünkü aynı dönemde Bandırma'da askerlik yapan Mahmud Ustaosmanoğlu Hocaefendi de cuma namazı için camideydi. Çıkarken Ali Haydar Efendi'yi gören Mahmud Hocaefendi, buluşmalarını şöyle anlatıyor: "Cuma namazını kıldım, camiden çıkarken sağ tarafta Ali Haydar Efendi'yi gördüm. Bana padişah gibi heybetli göründü. İmama kim olduğunu sordum, Ali Haydar Efendi dedi. Onunla görüşmek istediğimi söyleyince İmam "Yarın Eskici Abdullah Efendi'nin evinde olacak oraya gel" dedi. Sabah Abdullah Efendi'nin evine gittim, kendileri oradaydı. İlk görüşmemiz o zaman gerçekleşti."


'AYRILMAK İSTEMEDİM'

Bu görüşmeden birkaç ay sonra bölükte dağıtım yapıldı ve Ustaosmanoğlu, İstanbul Selimiye Kışlası'na sevk edildi. Çeşitli birliklerde görev yaptıktan sonra 1954 yılında Davutpaşa kışlasında askerlik vazifesine devam ederken, İstanbul'da kaldığı süre zarfında çarşı izinlerini İsmet Efendi Tekkesi'nde Ali Haydar Efendi'nin yanında geçirdi. Askerlikten sonra Of'a dönen Mahmud Hocaefendi, üst üste yazdığı mektuplarında kendisine "Dost bahşişi Yusufum!" diye hitap eden Ali Haydar Efendi tarafından İstanbul'a davet edildi. Yeniden İstanbul'a gelen Hocaefendi, 1954'te Ali Haydar Efendi'nin isteği üzerine İsmet Efendi Tekkesi ile aynı sokaktaki İsmailağa Camii'nde imam-hatip olarak vazifeye başladı. Ali Haydar Efendi 1960 yılında ahirete irtihal edince ilim ve irşad bayrağını Mahmud Hocaefendi taşımaya başladı .


BATIN VE ZAHİRİ BİLİYOR

Ustaosmanoğlu Hocaefendi'nin hayatını bilmek, İsmailağa'nın bugününü anlamak için de bir anahtar anlamında. 1929'da Of'ta dünyaya gelen Hocaefendi, Zehra Hanım'la evlendi ve Ahmed Abdullah, Fatıma isimli üç çocuk sahibi oldu. Babası Ali Efendi'nin nezaretinde, annesi Fatıma Hanım'ın hocalığında küçük yaşlarda hafız oldu. Tahsil hayatında Mehmed Rüştü Aşıkkutlu, Çalekli Dursun Efendi ve Ali Haydar Efendi üstadları çok etkili oldu. Of ve Kayseri'de ilim adamlarından Arapça ve Farsça öğrenen Mahmud Efendi, Of'a döndükten sonra Osmanlı medreselerinde takip edilen sarf, nahv, usul-u fıkıh, usul-u hadis, tefsir, kelam, mantık, siyer gibi kitapları okudu. Aşıkkutlu'nun yanında Kur'anı Kerim kıraatı, Ali Haydar Efendi'den de Tasavvuf dersleri aldı.



Vaaz ve derslerinde ne anlatıyor?


Mahmud Hocaefendi gerek İstanbul Sultan Selim Camii'nde gerekse de Anadolu'daki muhtelif meclislerde yaptığı sohbetleri ise şöyle gerçekleştiriyor: Sohbet meclisinde hazır bulunan bir Hocaefendi Kur'an-ı Kerim'den bir aşır okuyor. Mahmud Efendi de okunan ayetleri tefsir ediyor ve ardından İmam Rabbani'nin "Mektubat"ından her hangi bir mektubu okutarak onu tercüme ediyor ve açıklamasını yapıyor. Risale-i Kudsiyye'den okunan bir dörtlüğün açıklamasını yaparak sohbeti noktalıyor. Vaazlarının kayda alınmasına sıcak bakmayan Mahmud Hocaefendi, uzun yıllar vaazlarında mikrofon kullanmadı. Önde olmaktan rahatsızlık duyduğunu ise bir çok kez tavır ve sözleriyle belli etti. Mürşidin insanların içinde kaybolan kişi olması gerektiğini ifade eden Hocaefendi, her zaman söyleneni daha öne çıkarırken söyleyenin ise geride kalmasını tercih etti.



Çocuklara bile saygılı


Hocaefendi, irşat faaliyetlerine ilk olarak Of'un Yaranoz-Kavakpınar köyünde başladı. Dursun Efendi'de okurken söz konusu köyde imamlık yaptı. İmamlığı esnasında çok sayıda talebe yetiştirdi. Yaşı 15-16'larda olmasına rağmen yaşantısıyla köylü üzerinde derin tesirler bıraktı. Kavakpınar sakinleri köylerinde imamlık yapan Mahmud Efendi ile alakalı şunları söylüyor: "O, köyümüze geldiğinde henüz çok gençti. Fakat hareketleriyle olgun bir insandan daha kamil görünürdü. Yürüdüğü sokakta oyun oynayan çocuklar kendisini gördüklerinde oyunlarını bozmasınlar diye yolunu değiştirmesi, imamlıktan dolayı ücret almaması gibi hareketleri ile kısa zamanda gönüllerde taht kurdu."



SUFİLİK FITRATINDA VAR


Mahmud Hocaefendi, çocuk sayılacak yaşlardan itibaren kamil bir rehber arayışına girmişti. O yıllarda içinde bulunduğu ruh halini anlattığı çeşitli eserlerde şöyle diyor: "Çocukken geceleri başımı yastığa koyduğumda kendi kendime şöyle seslenirdim: Dünyanın bir ucunda kamil-mükemmel bir mürşid olsa yalın ayak, aç ve susuz olsam hemen yola koyulur o mürşidi bulurum." Mahmud Hocaefendi, bu arayışların neticesinde ilk olarak Of'ta Mapsinolu Ahmed Efendi olarak bilinen yörenin meşhur Nakşibendi büyüğüne bağlandı. Askerde Ali Haydar Efendi ile tanışınca ona intisap etti. Mahmud Hocaefendi, askerden sonra üstadının irfan meclislerine daha fazla katılma imkanı buldu. İlerleyen yıllarda ise yanı başından hiç ayrılmadı. Bu birliktelikle alakalı Ali Haydar Efendi'nin küçük oğlu şunları söylüyor: "Babam, Mahmud Hocaefendi ile kuşluk vaktinden sonra baş başa kalır, uzun uzun sohbetler yapardı. Babam derdi ki: 'Oğlum! Görüyorsun ki bende olan her şeyi ona aktarıyorum. Fakat onu müşahede altında tutabilmem için bunu tedricen yapıyorum. Zira manevi aleme ait malumatın birden kazanılmasına hiçbir akıl tahammül edemez." Ali Haydar Efendi, Tasavvuf literatürüne ait zengin birikimini Mahmud Hocaefendi'ye aktardı. Ona Mesnevi, Mektubat-ı Rabbani, Reşahat, Risale-i Kudsiyye gibi sufi eserlerin Tasavvuf disiplini içerisinde ne anlam ifade ettiklerini de öğretti.

Literatür içerisinde Mektubat'ın yerini belirlerken şöyle derdi: "Evladım Mahmud! Mektubat o kadar büyük bir kitaptır ki, Reşahat ona ancak elif-ba olabilir."




Sufi geleneği devam ettirdi


Ali Haydar Efendi vefatından kısa bir süre önce Ustaosmanoğlu'nu huzuruna alıp emaneti kendisine bıraktığını ifade ederken, bağlılarına hitaben yaptığı "Mahmud'un elinden tutan benim elimden tutmuş olur" şeklindeki konuşma da İsmet Efendi Tekkesi'nin sürdürdüğü ilim ve irşad geleneğinin yeni temsilcisinin Mahmud Hocaefendi olacağını haber veriyordu. İlk buluşmalarında başlayan muhabbetin hep artarak devam ettiğini anlatan Mahmud Hocaefendi, Ali Haydar Efendi ile görüşünceye kadar "soru sorarlar" endişesiyle Tasavvuf büyükleriyle görüşmekten imtina ettiğini, fakat Ali Haydar Efendi'nin kendisini etkilemesi nedeniyle huzurundan hiç ayrılmak istemediğini kaydediyor. Hocaefendi, devraldığı sufi geleneğe sıkı sıkıya bağlı kaldı. Bahauddin Nakşibend ve diğer Nakşi büyüklerinin silsile halinde süre gelen tavsiyelerini olduğu gibi yerine getirdi.

İSMAİLAĞA CEMAATİ

İsmailağa Cemaati, kendilerine özgü yaşam biçimleri, İslam'ı yaşama konusundaki gösterdikleri titizlik nedeniyle zaman zaman gündemin ilk sırasına oturdu. İstanbul'un orta yerinde, devam eden cemaat hayatı, herkese açık tutulmasına rağmen, adeta devletin bile giremediği bir getto gibi tanıtıldı. Çevresinde oluşan sevgi halkasıyla dikkatleri çeken Mahmut Ustaosmanoğlu Hocaefendi ise merkezine konulmaya çalışıldığı tartışmalara, cemaatine yönelik kışkırtıcı tutumlara karşı sufi tavrını hep muhafaza etti. Binlerce seveni olmasına rağmen hiçbir zaman kimseye karşı kin ve nefret tohumu ekilmesine izin vermedi... Bu yazı dizisi, işte bu sufi tavrın arka planına ışık tutuyor. İsmailağa Cemaati'nin bağlı olduğu Halidiye kolunu dünü, bugünü ve toplumdaki yansımaları ile incelerken, Mahmut Usta- osmanoğlu'nun hayatına, tavavvuf anlayışına, eğitime yaptığı hizmetlere, kamuoyundaki yerine mercek tutuyor.
Tasavvuf, bugün insanları ALLAH Teala'ya yaklaştıran, ruhu İslâmi değerlerle donatan bir yol olarak tanımlanıyor. Tarikatlar ise bu yolda tarihi süreç içerisinde oluşan irfan ocakları olarak karşımıza çıkıyor. Tarikat, insanları İslam'la tanıştırmasının yanında, İslam'a göre nasıl yaşanılabileceğinin de yolunu gösteriyor. Osmanlı Devleti'nin güçlü bir toplum yapısına sahip oluşu doğrudan tarikatların varlığıyla ilişkilendirilirken yaklaşık 250 yıldır Anadolu ve çevresinde etkin olan ve Nakşibendiyye-Halidiyye kolu ise ümmet anlayışı ile özellikle Osmanlı'nın dağılma sürecine girdiği dönemde millet-devlet dayanışmasının çimentosu olarak vazife görmüş olmasıyla dikkat çekiyor. Halidiyye kolu, kurucusu Ziyauddin Halid bin Hüseyin El-Bağdadi'nin (1779-1827) çabalarıyla tekke ve medrese arasındaki ayrılığı kaldırması nedeniyle "ilmiye sınıfının tarikatı" sıfatı da alıyor. Abdullah Mekki vasıtasıyla Bağdadi'ye dayanan, günümüzde İsmailağa'daki İsmet Efendi Tekkesi ise Halidiliğin kolları içerisinde geleneksel yapıyı koruması nedeniyle ön plana çıkıyor.



NAKŞİBENDİLİK, OSMANLI VE ANADOLU'NUN RENGİ


İsmailağa'ya gelmeden önce Nakşibendilik ve Halidiyye'nin doğuşuna bakmak gerekiyor. 14. asır ortalarında Buharalı MUHAMMED Bahauddin Nakşibend tarafından kurulan ve öğrencileri tarafından yayılan Nakşibendilik Tarikatı, özellikle İmam-ı Rabbani'nin etkisiyle önce Batı'ya doğru uzanan geniş bir coğrafyada etkili oldu. Nakşibendiliğin Osmanlı topraklarında yayılması ise Halid el-Bağdadi kanalıyla oldu. Halid el-Bağdadi ümmet bilincini aşıladığı yüzlerce halife ve müritleri ile Osmanlı topraklarında emperyalizme karşı hilafetin müdafaasını yaptı. Bağdadi'nin talebeleri kurdukları medreselerde ümmet bilincini aşılarken, özellikle ehl-i sünnet itikadının temel kitaplarını okuttu. Yaşadığı dönemdeki alimlerden büyük saygı gören Bağdadi'nin müritleri arasında İbn Abidin, Ruhu'l-Meani isimli tefsirin sahibi Mahmud el-Alusi, II. Mahmud'un Şeyhulİslamı Mekkizade Mustafa Asım Efendi gibi devrin önemli alimleri de yer aldı. El-Bağdadi Nakşibendilik içerisinde İmam-ı Rabbani'den sonra en etkin olan ikinci adam oldu. Halidiyye kolunu temsil eden mürşitlerin ulema sınıfından gelmesi ise tarikatın İstanbul ulemasınca kabul görmesini sağlarken Nakşibendilik ilim ve devlet a damları nezdinde ciddi bir saygınlığa ulaştı.



Şeyh Şamil de Nakşibendiydi


Nakşibendilik, El Bağdadi'nin yaşadığı Süleymaniye, Bağdat, Şam bölgelerinin yanı sıra Kuzey Kafkasya'da da önemli derecede etkili oldu. Bağdadi'nin önde gelen halifelerinden İsmail Şirvani'nin devamındaki Şeyh Şamil'le Kuzey Kafkasya'daki en etkin tarikat haline geldi. Halidiye kolu, Bağdadi'nin Mekke'ye gönderdiği halifelerinden Abdullah Mekki (Erzincani) vasıtasıyla İslam coğrafyasının ücra köşelerine kadar ulaştı. Onun müritleri arasında Türkler, Kırım ve Kazan Tatarları'nın yanı sıra Güneydoğu Asyalı Müslümanlar da vardı. Mekki'nin Anadolu'daki başlıca halifeleri ise "Terzi Baba" olarak bilinen MUHAMMED Vehbi Efendi, Mustafa Hüdavendi ve Yanyalı Mustafa İsmet Efendi'ydi. Halidi şeyhler Anadolu'da İslâmi değerlerin korunması noktasında hizmet verirken özellikle İstanbul, Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinde İslâmi ilimlerin tedrisatı Halidi Şeyhler eliyle yürü- tüldü. Halidi Tekkeleri'nde İslâmi ilimleri okuyan birçok kişi Cumhuriyet dönemi dini hayatında müftü, vaiz ve imam olarak vazife aldı.




Patrikhane'ye komşu İsmet Efendi Tekkesi


Halidiyye'nin İstanbul ve Anadolu'da etkin olmasında Abdullah Mekki'nin yanında 20 yıl kalan Yanyalı Mustafa İsmet Efendi'nin rolü büyük oldu. İsmet Efendi, Mekki'den icazet aldıktan sonra Edirne'de irşat vazifesi ile görevlendirildi. Abdulmecid Han'ın saygınlığını kazanan İsmet Efendi, belli bir süre sonra İstanbul'a davet edildi. 1853 yılında Fatih-Çarşamba'da, İstanbul'daki en eski Halidi tekkesini inşa etti. Daha sonra İsmet Efendi Tekkesi adıyla anılan tekke, kısa zamanda büyük saygınlık kazandı. Abdulmecid Han, ve II. Abdulhamid Han belli aralıklarla İsmet Efendiyi ziyaret ederdi. İstanbul'un en gözde irfan merkezleri arasında yer alan tekke, İsmet Efendi'den sonra sırasıyla Halil Nurullah, Ali Rıza Bezzaz ve Ahıskalı Ali Haydar Efendi ile irşat faaliyetlerine devam etti. Halil Nurullah Efendi, irşat hizmetlerini bizzat Tekke'de yürütürken, Ali Rıza Bezzaz Efendi ikamet ettiği şehir Bandırma'da kalmayı tercih etti.



MİLLET İRADESİNİ TEMSİL EDİYOR


Halidi Şeyhler, ülke müdafaası adına önemli hizmetler yaptı. Batılı devletlerin siyasi dayatmalarının had safhada olduğu ve azınlıkların kabul edilemez taleplerde bulunduğu bir sırada Sultan Abdulmecid'in davetiyle İstanbul'a gelen İsmet Efendi'nin, tekkesini Fener-Rum Patrikhanesi'nin üst kısmında yer alan Çarşamba semtinde inşa etmesi bu sadakatin bir göstergesidir. Osmanlı Devleti üzerinde nüfuzunu artırmanın gayreti içerisinde olan kiliseye, tekkesini Çarşamba'da inşa eden bu Halidi Şeyhin verdiği mesaj açıktır: "Batılı devletleri arkanıza alarak yürüttüğünüz faaliyetlere siyaseten zayıflayan devletimiz engel olamasa da millet iradesi size geçit vermeyecektir."




Ali Haydar Efendi Tekkeyi işgalden kurtardı!


İsmet Efendi'den sonra tekkede en etkin olan isim ise Mahmud Ustaosmanoğlu Hocaefendi'nin hocası Ahıskalı Ali Haydar Efendi oldu. Alim ve sufi kimlikleriyle öne çıkan Ali Haydar Efendi, hem Osmanlı Devleti hem de Cumhuriyet döneminde İsmet Efendi Tekkesi'nin şeyhlik makamında bulundu. Fatih Dersiamlarından olan Ali Haydar Efendi Osmanlı Devleti'nde, Diyanet İşleri Başkanlığı Din İşleri Yüksek Kurulu başkanlığı görevine muadil bir vazife olan "Te'lif-i Mesail Heyeti" reisliği de yaptı. Yüksek derecede bir ilme sahip olan Ali Haydar Efendi'nin diğer Halidi şeyhler gibi Sultan II. Abdulhamid'den yana tavır alması ve İttihatçıların Şeyhulİslamlık teklifini geri çevirmesi 5 yıl süre ile tekkesinin işgal edilmesine yol açtı Ali Haydar Efendi'nin müritlerinden Hafız Halil Sami Efendi'nin tekkenin hikayesini yazdığı bir mektup üzerine Padişah'ın devreye girmesiyle 13 Kasım 1919 tarihinde yayınlanan tezkere ile tekke Ali Haydar Efendi'ye iade edildi. Ali Haydar Efendi de tekke ve zaviyeler kapatılıncaya kadar İsmet Efendi Tekkesi'nde irşat faaliyetlerine devam etti. Söz konusu kapatma kanunu çıkınca da tekkeye bir minare ekleyerek hizmetlerini camide devam ettirdi.



Nakşibendilik, siyasette ve sanatta etkin oldu


Halidiye kolu, Türk siyasi hayatında da etkin oldu. Bir çok siyasi parti, Halidiyeyi temsil eden isimlerin çocuk ya da torunlarını TBMM'ye taşıdı. Şeyh Salahaddin'in oğulları Kamran İnan, Abidin İnan, Şeyh Ali es-Sebti'in torunu Ali Rıza Septioğlu gibi isimler çeşitli dönemlerde TBMM'de görev yaptı. Halidiyenin fikir ve sanat hayatında da etkisi vardı. Hareket Dergisi ve ekolünün kurucusu Nureddin Topçu, Gümüşhanevi Tekkesi şeyhlerinden Abdulaziz Bekkine'nin Necip Fazıl Kısakürek de silsilesi Halid el-Bağdadi'ye ulaşan Abdulhakim Arvasi'nin müritlerindendi.

İSMAİLAĞA CEMAATİ

Nakşi geleneğini sürdüren Mahmud Ustaosmanoğlu Hocaefendi, bu geleneğin özündeki "Kur'an-ı Kerim ve Sünnet'e tabi olmak" şeklinde açıklanan istikamet anlayışına sıkı sıkıya bağlı. Sünnet ibadetler konusunda gösterilen hassasiyet, Hz.Peygamber'in sürekli kullandığı giyim kuşam tarzına riayeti de beraberinde getiriyor. Bir talebesinin Hocaefendi'den naklettiği şu ifadeler O'nun istikamet anlayışının sahip olduğu çerçeveyi gözler önüne seriyor: "Bu Mahmud, Rabbimin izni ile ömründe Kur'an'dan başka bir şeyle uğraşmamıştır."; "Hz. Peygamber'in aralıklar vererek dahi olsa tekrarladığı ikindi namazının sünneti terk edileceğine Mahmud ölsün daha iyidir." Cemaat mensupları farklı giyim kuşamlarını severek ve isteyerek tercih ederken, blucinli ya da saçları açık birinin camiye, vaazlara, derslere gelmesine karışılmıyor. Mahmud Hocaefendi, ilmin ibadet için öğrenilmesine ve mutlaka ilim adamlarının ihlas sahibi olmaları gerektiğine de vurgu yapıyor. Talebeleri birçok dersten sonra hocalarının; "Arkadaşlar! Bugünkü derslerimiz ibadet hayatımızda nasıl bir etki yapacaktır?" şeklinde ikazlarına muhatap olduklarını anlatıyor. Öğrencilerinin namaz kılarken sarık takması, namazın şartlarından olan vücut hatlarının belli olmaması mecburiyetinin yerine getirilmesi için titiz davranmaları ve bu nedenle geniş elbiseler giymeleri, sakal bırakmaları da "ilim-amel-ihlas" vurgusu bağlamında değerlendiriliyor.

SÜNNETİN İHYASINA ÇALIŞTILAR


Nakşibendi büyüklerinin en çok önemsedikleri nokta sünnetlere özen gösterilmesi. Nakşi büyüklerin hemen hemen hepsi, gerek Peygamber Efendimiz'in hiç terketmediği, gerekse de ara sıra yerine getirip, bazen de yapmadığı sünnetlerin hiç bir çeşidinin terkine rıza göstermemeleriyle biliniyor. Tarihin çeşitli dönemlerinde karşılaşılan zor durumlarda dahi, sünnetin ihyası adına fedakar duruşlar sergilemeleri bu hassasiyetlerine dair ipuçları veriyor. Örneğin, İslam'ı çağrıştıran giyim tarzının yasaklandığı dönemlerde Ali Haydar Efendi'nin önemli bir sünnet olarak kabul edilen sarığı başından indirmediği Mahmud Ustaosmanoğlu Hocaefendi'ye de bu yönde telkin ve ikazlarda bulunduğu kaydediliyor. Mahmud Hocaefendi, bir defasında üstadının yanına sarıksız girince şu ifadelere muhatap olduğunu anlatıyor: "Oğlum Mahmud! Bir daha yanıma sarıksız gelirsen seni kovarım." Hocaefendi'nin ALLAH Resulü'ne (S.A.V) tabi olmayı son derece içselleştirdiğini anlatan yakınları ve talebeleri, onun üstadının bu sert ikazını her hatırlayışında içinin sevinçle dolduğunu anlatıyor ve yine onun dilinden şu sözleri naklediyor: "Efendi Babam'ın sözü bana öyle tatlı gelmişti ki, onun lezzet ve tadını bugün bile hissediyorum."


CEMAATTE HİYERARŞİ YOK


Nakşibendiliğin Halidiye kolunda irşad eden lider merkezli bir yapılanma bulunuyor. Bu liderin en saygın talebeleri ise bulundukları bölgelerde liderleri adına irşat faaliyetlerini devam ettiriyor. Cemaatlerde olduğu gibi hiyerarşik bir yapılanmadan uzak duran Halidi büyükler, bağlılarının siyasi, toplumsal ve iktisadi meselelerini programlama ya da geliştirme yerine, onlara hayatlarını İslam'a göre ayarlayabilmeleri için nasıl bir duruş belirlemeleri gerektiğini gösteriyor. Toplumsal hayatın kurum ve kuruluşlarını değil, o kurumların başlarındaki insanların kalplerini önemsiyorlar. Dağınık gibi görünen bu yapılanma aslında hiyerarşik bir yapıyla birbirine bağlı olan toplumsal gruplara nispetle daha kalıcı etkiler bırakıyor.





Üniversite mezunu da var, ilkokul da


İlahiyatçı Mahmut Eren cemaatin, eğitim ve sosyal hayatına ilişkin şu dile getirdi: "İsmailağa Cemaati'nin sünneti tavizsiz yaşama-yaşatma gayreti tüm Müslümanların takdirine sebep olurken bağlılar halkası sevenler halkasından daha küçük kalmıştır. Mahmud Hocaefendi, yaptıklarından fazlasını değil de bilakis yapıp yaşadıklarından bir kısmını anlattığı için zengin fakir, okumuş okumamış herkesi etkilemiştir. Tasavvuf geleneğinde olduğu gibi gönül merkeze alındığı için hiçbir eğitim almamış saf akıl sahipleri ile yüksek eğitimli insanlar da cemaat içinde yer almıştır. Ancak şöhret afettir düşüncesinden hareketle hem hocaefendi, hem de cemaat isimlerini duyurmaktan uzak dururken, cemaat yapısı şöhret amaçlayanlara için de cazibe merkezi olmamıştır. Kendisi ile barışık olmayanın çevresi ile barışık olmayacağı inancıyla öncelikle cemaat nefislerinin kötülükleri ile uğraşıp kendi ayıbını görmeye, diğer insanların ise iyiliklerini görüp onları üstün bilmeye teşvik edilmiştir.


'ŞUCU, BUCU' DEMEK YASAK


İlahiyatçı Eren, cemaatte farklı cemaatlerden bahsederken "şucu, bucu" denilmesinin kesinlikle yasaklandığını da kaydetti. Eren şöyle dedi "Cemaat mensupları ALLAH'a yakın olma gayreti ve düşüncesiyle zorunlu olmayan her türlü meşguliyetten uzak duruyor. Bununla beraber dünyadaki gelişmeleri yakından takip ederek sorunlara karşı duyarlılıklarını da ihmal etmiyorlar. Makam ve mevki talebinin hakikat talebine mani olması sebebiyle siyasetle uğraşmak yerine memleketi idare edenlere dua ederek onlar için "doğruluk ve salah" temenni ettiklerini belirtiyorlar. Cemaatin dış görünüşüne yansıyan, cübbe, sarık, bol pantolon gibi giysiler, topluma karşı zıtlaşma ya da belirgin olma amacıyla değil, Peygamber Efendimiz'e tabi olmanın dış görünüşe yansıtılması şeklinde kabul ediliyor."






Derslerde ne işleniyor?


Mahmud Hocaefendi'nin eğitim faaliyetlerinin önemli bir ayağı ise Tasavvuf hizmetleri. Onun sufi eğitimin nihai noktasında Bahauddin Nakşibend'in şu ifadesinde kendisini bulan kişiliği görmek mümkün "Tasavvuf surette insanlarla, hakikatte ise ALLAH Teala ile beraber olmaktır." Sufilikte derslerin içeriği Hadis-i Şeriflerden ve Nakşi büyüklerine ait farklı kompozisyonlardan oluşuyor. Bu derslerde Peygamber Efendimiz'in gün içerisinde farklı zamanlarda söylediği duaların tekrar edilmesi ve bu duaların sünnetle bütünleşmesi hedefleniyor. ALLAH'ü Teala'ya yaklaşmanın mutlaka sünnetleri hakkıyla yerine getirerek olması gerektiğine vurgu yapan Mahmud Hocaefendi, bu konuyu şu örnekle vurguluyor: "Birisi dağ başında yüz yıl ibadet etse fakat ibadet şekilleri sünnete uygun olmasa birisi de öğle vaktinde Rasulullah uyudu diye uzanıp uyusa yapsa, ikincisi ilkinden daha fazla ecir alır."






'Sarığı, inatlaşmak için sarmıyoruz'


Mahmud Ustaosmanoğlu, sarıkla ilgili olarak Sohbetler kitabında şunları söylüyor: "Sarık sarmamızı inatlaşmak olarak anlayanlar var. Ali İmran Suresi'nde Bedir Muharebesi'nde yardıma gelen meleklerin sarıklı olduğu bildiriliyor. Eğer bu örf olsaydı melekler sarık takarlar mıydı? Resulüllah (SAV) namazda, seferde hep sarıklıydı. Miğferinin üzerinde bile sarık vardı. Ben sarık sarıyorsam kimsenin inadına sarmıyorum ki. ALLAH'ımın emri, Efendimiz'in sünneti olduğu için sarıyorum. Biz inatlaşmaya değil, husumetleri ortadan kaldırmaya, bilmeyenler için dua etmeye memuruz."





Saraç: İsmailağa, Ali Haydar Efendi'nin kerametidir


İsmet Efendi Tekkesi'nin değerli miraslarından Emin Saraç Hocaefendi de mazi ile günümüz arasında koridor vazifesi gören alimlerden biri. Bugüne kadar yüzlerce öğrenci yetiştiren Emin Saraç Hocaefendi, Mahmud Ustaosmanoğlu'nun üstadı Ali Haydar Efendi'nin insanları sürekli olarak ilme teşvik ettiğini, yaşadığı devrin ilim adamlarının kendisine çok hürmet gösterdiğini anlattı. Emin Saraç Hocaefendi, "O ilme teşvik ederdi, onun devamı olan İsmail Ağa Cemaati'nin de ilme yapıştıklarını, ibadetlerine ehemmiyetli bir şekilde ısrarla devam ettiklerini, Tasavvuf geleneğini devam ettirdiklerini görüyoruz. Bu onun için hem en büyük eserdir, hem de en büyük keramettir. Asıl olan insanları irşad edip hak yolda bir istikamet vermektir. Bu, ALLAH'ın ona olan ikramıdır. Yani ALLAH'ın ikramı olaraktan onun sözleri havada kalmamıştır. Öyle olmasa ne o zaman ne de şimdi İsmailağa civarında bu kadar cemaat göremezdik." diye konuştu. Mahmud Hocaefendi'nin hizmete devam ettiğini belirten Emin Saraç Hocaefendi, "Hele şu camilerin mihrabına imam yetiştirme konusundaki hizmetleri çok takdire şayan bir manzara arz ediyor. Kadınların tesettürüne ve Peygamber Efendimiz'in sünnetine uyma konusundaki dikkatleri, memleketimiz için manevi bir destek" dedi. Günümüzde bazı cami görevlilerinin bir kaç farklı kitaptan birkaç kelimeyi alıp, camii kürsüsünde söylemeyi marifet sandığını ifade eden Emin Saraç Hocaefendi, "Eğer hocaların elleri kitap tutup da camilerde ders okuturlarsa milletimizin ilmi ve manevi seviyesi o zaman yükselir." diye konuştu.

Kamil ŞENOCAK